Ege Günlüğü - 3

Nerede kalmıştık... ?

Evet Yenifoçadan, yeni şoförümüzle birlikte ayrıldık. İzmire doğru yollanıyoruz..İzmir de hiç durmadan direkt olarak Aydın otobanı na vurduk kendimizi..Yolda kısa bir mola verdik..ben yine erkek-bayan tuvaleti karıştırma hadisesi yaşayacaktım ki , Aylin duruma müdahele etmekte gecikmedi :) mola verdiğimiz yer Japon turistler ile kaynıyordu.. Hayatımda ilk defa bu kadar Japonu bir arada gördüm diyebilirim..Severim Japonları , efendi insanlar..Üzerlerinde 1000 yıllık bir bilgelik var sanki. Bizimkiler çorba içip laklak yaparken ben sucuklu yumurtamın yapılmasını bekliyordum.bu anlara ait fotoğraf ne yazık ki yok..Çunku bataryalar şarj halinde idi :)

Tekrar yola koyulduk ve Selçuğa vardık.yolda ufak bir mola veriyoruz(benim yüzümden) yol tabelalarını ve ekseriyetle asfaltı severim..canım fotoğraf çekmek istedi..Aslında asıl mesele foto değildi..sadece yola inmek ve o ısssız havayı içime çekmek istemiştim. gelsin fotoğraflar..


ve bendeniz


Yine,yine yine yakaladım sizi


Sarı kantaron otları

Bu Sarı kantaron otunun bayağı bir faydası var arkadaşlar (!) , yararlanmak isteyenler için aşağıda bir link veriyorum..Ben bu tarz şeylere pek ilgi duymadığım için fazla üzerine düşmedim.Doğa ile haşır neşirliğim sırasında ot bilgimi birazcık geliştirmişliğim oldu ama. Kafamdaki soru şu ; Kardeşim her otun birşeye faydası var ,eyvallah ! o halde neden biz hala yaşlanıyor ve ölüyoruz....Hastalıklar yakamızı bırakmıyor..Şimdi duyabiliyorum..sadece hastalıkların etkisini azaltmak için bunlar diyeceksiniz..Beni kesmiyor bu yanıt :)


Sarı kantaronları bir kenara bırakıyor ve yola devam ediyoruz..yaklaşık yarım saatlik bir sürüşten sonra  sonunda Kuşadasına vardık. Murat ın evi 3 katlı bir villa şehrin birazcık dışında kalıyor ama arabanız yada bisikletiniz olduktan sonra bu bir teşkil etmiyor...ev bölgesi zeytinlikler arasında kalmış bir vadi içinde gibi,ben çok beğendim. -asıl süpriz ertesi sabah olacaktı- 

Kuşadası ile ilgili ilk izlenimlerim şunlar..Ada, artık çoktan şirin bir ege kasabası tanımlamasından uzaklaşmış..her yer beton yığınlarıyla dolu.Şehirleşme oranı çok yüksek ve yazın bu rakam en az 5 katı..30 sene önce gelmeyi tarcih ederdim..kim bilir nasıldır.Yinede moralimin bozulduğunu söyleyemem..çünkü evin bulunduğu bölge bana bunu unutturacak bir yapıya sahipti.

eve vardığımız da ,kalacağımız yerin biraz temizliğe ihtiyacı olduğunu hemen farkettik ve işe koyulduk..görev dağılımı şu şekilde oluştu.


Temizlik öncelikle ortalığın toparlanmasıyla başladı,Alesya elektrikli süpürge ile tüm odaların şöyyyle bir kabasını alırken , Ben, Murat ve Seçkin el bezleri elimizde muhtelif eşyalara sinmiş olan tozları avlamaya başladık.


Evde ne kadar battaniye ,çarşaf , yastık ,nevresim v.b. varsa biz erkekler vasıtası ile silkelendi , çırpıldı,ve geri tekrar yerlerine konuldu. Sonra paspas meşgalesi başladı...işler yolundaydı. :) 


Aylin sultan , mutfak bölgesine karargahını kurdu ve mesul müdür benim dedi. :)

Temizlik bittiğinde saat 13.00 ı bulmuştu ve herkes yorulduğunun farkında idi..herkes bir köşeye yıkıldı..ve yaklaşık olarak 3 saat kadar uyumuş olduk.uyandığımızda saat 16.00 dı ve hem şehri birazcık tanıma ve yiyecek tedarik etmek amacı ile dışarı fırladık.



ilk foto tabela bilgileri ile başlıyor


şehir kavşaklarından biri



genel görünüm


binanın çatı köşesini kadraja almamışım, amatörlerin genel sorunlarından biri, gözden kaçmış :)
gerçi burada dananın teki beni de çek diye musallat olmuştu..bir yandan onunla uğraşırken diğer yandan bu kare fotoğraflanmış oldu. -her genç kızın başına gelir- :)


Sahilden bir görünüm...


Yolda gelirken ulan Murat ! Kuşadası na gidicez ama eğer o adada kuş göremezsem yaktım çıranı demiştim :) dürbünümle de bakmama rağmen bir tane bile kuş göremedim..Sonuç mu , Yaktım çırasını :)


Sahilin devamı ve hemen sağda KuşsuzAda..


yorgunluk !


Seçkinin karelerinden


Seçkinle devam ediyoruz


Kaleden genel bir görünüm.


 ve son olarak kale kapısından şehre bir bakış

Devam edecek...


Ege Günlüğü - 1


(*)

Geziye çıkış tarihi 24 ekim olmasına rağmen anlatmaya, 23 ekim akşamından başlamalıyım diye düşündüm.Çünkü -bu geziye çıkışım biraz da ruh halim ile ilintilidir-.

23 ekimde Onunla, Şahkulu dergahında buluştuk. Havadan sudan laflarla başlayan sohbet, sonrasında aramızda ki özel duruma doğru kaymaya başladı.Belli de bir aşama katettiğimizi düşünüyorum.Derken benim konuya dair açıklamalarımda verdiğim bazı örnekler onun canını yakmaya başladı. - bunu farkettiğimde iş işten geçmişti.- Bir ara gözlerinin kızardığını yada tuhaf bir hal almaya başladıklarını gördüm.Nedenini sorduğumda yok birşey demekle yetindi.

Ben anlatmaya devam ettim.

Derken bu yok birşey dediği, ağlamaya dönüştü... Ay ışığında bir gözyaşı seli.Bu ağlama sırasında tarifsiz duygular içine büründüğümü hatırlıyorum.Dibinde olduğum halde gözyaşlarını silemeyecek kadar uzaktım.Kendimi zor tutuyordum. elimi uzatıp saçlarını bile okşayamayacak halde idim, geç kalınmış bir tesellinin anlamsızlığı hüküm sürüyordu.

Bir kaplanı yakalayıp kafese koyabilirsiniz ama onu kırdığınızdan asla emin olamazsınız.İnsan kırmak daha kolaydır. ve bu yaptığınızın farkında olmak sizi incitmenin de ötesinde bir yerlere sürükler.Durumu aşamadığınız süreçte peşinizi bırakmaz...-gamsız kişiler için bu bölümü es geçiyorum-.Bense hiç bir zaman kayıtsız kalamadım.

Onu evine bıraktım ve Dönüş yoluna geçtiğimde durumum bombok tu ve midem ağrımıştı.Stres genelde mideme vurur.Şimdilik olaya çözüm getirme adına elimde yapacak hiçbir şey yoktu ve bunun için uygulayacağım bütün yollar tıkalı idi.Düşünmekse beni deliye döndürmekten başka hiçbir işe yaramıyordu. Aksine trafik sıkışık ve yağmur da deli gibi yağıyordu.Tanrılar bana cömert davranmamak için ısrarını sürdürürken..ben sürekli karşı ataklarımı yineliyordum ama nafile..ne trafik ne yağmur ne içselliğim nede kırık bir kalbi düzeltmeye gücüm elvermiyordu.o an şunu istedim biri çıkıp bana sorsun, pişmanmısın ? Evet, bir kalp kırdığım için çok pişmanım diyecektim.Etrafımda o kadar çok insan vardı ki (karayolunda-ve hiçbiri sormadı.) Görebildiğim karşıdan gelen arabaların ışıkları idi. Sonu gelmeyen bir ışık akışı. Bu kadar insan. Ne yaparlar? Ne düşünürler? Hepimiz öleceğiz, hepimiz, koca bir sirk! bunu bilmek birbirimizi daha çok sevmemiz için yeterli bir neden olmalı, ama değil. Son derece önemsiz şeyler bizi dehşete sürükleyip dümdüz ediyor, yutuyor.

ve silivri ye varışım. Ben mi yola geldim yol mu bana meçhul.

Arkadaşın yanına uğradım ve onu gördüğümde ,aklıma daha önce iptal ettiğim kuşadası turu geldi. ilk konuştuğumuzda oraya yanlız gidecektim.Arkadaşımın orada bir yazlığı var.Dediğim gibi onu görünce bende tekrardan gitmeye karar verdim.En kısa andır mucize.

Ertesi günü yani k.bayramı arefesi işlerimi toparlamak için ofise uğradım.Aylin ile sohbet ediyorduk ve ne yapacaksın gibisinden sorular sormaya başladı. derken;

_bizde gelmeyi çok isterdik dedi.
_keşke haber verseydin.
_sizde gelin o halde dedim bende. Daha yola çıkmadım :)
Sonrasında Murat ve Alesya ya durumu bildirdim. Kafile 5 kişi olmuştu.(bu arada ev sahibesi murat).

Araba ile gidecektik ve araba seçimini Seçkinin kiden yana kullandık. Aylin ve ben sözde erken çıkacak ve hazırlık yapacaktık ama nafile, benim ve seçkinin işleri dolayısı ile ancak normal mesai bitimimiz olan 18.00 da çıkabildik.

Öyle hazırlık fln dediğime de bakmayın benim öyle fazla bir eşya seçimim sözkonusu değildir.Bir kıyafeti sevmeye göreyim yırtana kadar onları giyerim... iki pantolon, iki tişört ,atlet, kilot, çorap ,eşofman - yine ikişer takım- araç sözkonusu olduğu için bavul bile hazırlamadım bir poşete hepsi sığdı. Teknik ekipman ise(foto mak.,dürbün ve objektifler) en önemlisi idi ve bu tarz yolculuklar için kullandığım büyük sırt çantamı almayı da ihmal etmedim.

Telefonlaştık ve herkes hazır olduğunu beyan etti. Murat ın Dükkanda buluşuyor ve hareket saatimiz 21.30 olarak kesinleşiyordu.

Rotamız şu şekilde olacaktı.



Resim 1


Resim 2

(*) O el Benim el.


Devam edecek.

Ege Günlüğü - 2

Yola çıkışımız nerden baksak 22.00 ı buldu. Direksiyonda Aylin vardı Co pilotluğunu ise doğal olarak Seçkin Üstlendi. Ben,Alesya ve Murat ise arka koltuklardaki yerimizi çoktan almıştık. Yol esnasında murat ve seçkin  ikişer adet bira aldılar ve başladılar demlenmeye..ben halihazırda direksiyona geçerim düşüncesi ile alkol alma taraftarı değildim. Nitekim de öyle oldu. Soda içmekle yetindim. 


ilk durağımız Keşan oldu.

Bu arada biraz yoldan bahsedeyim...Aslına bakarsanız ben yolların kalabalık olacağı düşüncesinde idim.. lakin hem gidiş hemde dönüşte yanıldığımı gördüm. Yollar tamamen boş ve akıcı idi. Muhabbet sohbet keyifli bir şekilde devam ediyorduk. bu arada geliboluyu geçtikten sonra ne taraftan feribota bineceğimeze karar veremedik. Ben şahsen eceabat - çanakkale geçişini tercih ederdim fakat seçkin ve aylin kilitbahir tarafından geçmemiz konusunda ısrar ettiler. -geçişin oradan 2 km. daha kısa olduğunu belirterek.- Lakin evdeki hesap çarşıya uymadı. Ne yoğunluk vardı nede trafik hatta kilitbahir e vardığımızda feribotların çalışmadığını öğrendik. saat 02:00 a 15 dakika vardı. ve tekrardan eceabat a dönmemiz hasıl olmuştu. son feribot un saat 02.00 da oradan kalkacağı bilgisini aldık.Neyseki aradaki mesafe 10 Km. kadardı.



Feribottayız üst kata çıkarken


Yolcu bölümünden bir görüntü

                                   

 ve çanakkaleye varış                         

Bu arada feribotta meydana gelen olay şu oldu , ben yanlız kovboy olarak tek başıma takıldığımdan olsa gerek gemi içinde tura çıktım ve bizimkilerle irtibat koptu , çantamı arabaya bıraktığım için telefonda açamamışlar.onlar beni araya dursun ben bir yandan etrafı fotoğraflıyor diğer yandan da denizin tadını çıkarıyordum. Nihayet beni bir süre sonra buldular ve yola devam ettik. Aylin yorulmak nedir bilmiyordu :)

Bu arada biraz uykumda gelmeye başlamıştı ve uyudum. Uyandığımda kaz dağlarında ikinci mola yerimize ulaşmış olduğumuzu gördüm. Sadece uykucu ben değil arka üçlünün tamamı kendini o ölümün ufak dilimlerine kaptırmıştı. Ben mekana girdiğim gibi 1 çay ve 1 patatesli gözleme söyledim diğer arkadaşlar da aynı şeyleri söylediler. Yanlız alesya uyumaya devam etti .sanırım biraz da üşümüş olacaktı. Yemek tekliflerimiz ısrarla geri çevirdi. bu arada Alesya dan bahsedecek olursam kendisi Beyaz Rusya vatandaşı. Bu yemek yeme konusunda oldukça katı kuralları var, mesela akşam saat 7 'den sonra ağzına lokma koyduramazsınız. Asla yağlı yiyecekleri tercih etmiyor. ve ne yerse yesin az yiyor.Alkolü nadiren de olsa tüketir.sigarası yok ve hiç makyaj yaptığını görmedim.Dal gibi bir kız anlayacağınız. Bize gelince biz ne bulsak yeriz abi :) gece gündüz farketmiyor..Örneğin Ayli nin kilolarından yakınışlarına ne kadar şahit olduysam boğazından hiçbir zaman ödün vermemesine de o kadar şahit olmuşumdur. Neyse benim başımda da böylesi bir tatlı bela halihazırda mevcut. :) Bizim Türk kadınlarının hiçbir zaman gerçekleşmeyen diyet programları..tıpkı Chp nin durumuna benziyor..Ben bazen kadınlara şikayet makineleri diyorum. Makineli gibi sayar, yaylım ateşi açarlar, merminin , lafın , sözün nereden geldiğini anlamazsınız bile , kaşla göz arasında adamı salağa çevirir ve sonrasında hiçbirşey olmamış gibi yaşantılarına devam etmeyi de ekseriyetle becerirler..Bak işte sevgili okuyucu tüm bunlara rağmen yinede seviyoruz kadınları. :)


Kaz dağlarında ki mola yerimiz 


Gözlemeler hazırlanıyor...


Yarısını uçurmuştum ki aklıma foto çekmek geldi. :)

Gözlemeleri yedikten sonra tekrardan yola koyulduk..Aliağa ya varıncaya dek neler oldu neler yaşandı en ufak bir fikrim yok..gözlerimi açtığımda gün yeni ışımıştı ve bir deniz kenarındaydık. İşte orası Aliağa idi.Şimdi önümüzde ise bir tek İzmir engeli kalmıştı. fakat ben yenifoça da kahvaltı yapma önerisinde bulundum.Ama neden yenifoça ? 2006 yılı kasım ayından itibaren 80 gün boyunce acemi askerlik eğitimimi bu şirin belde de tamamladım yani az çok biliyordum.Yeni foça nın kendisi oldukça şirin olmasına rağmen Tam adı 7. J.Komd. Eğitim Alayı tam bir cehennem idi. o günleri anımsamak bile pek iç açıcı değil..o kadar ki mesafe çok yakın olmasına rağmen eski anıları yad etmek aklımın ucundan bile geçmedi.



küçük bir video...


Yenifoça , Foça ya nispeten daha ufak bir yerleşim yeri. Nüfusu yaz aylarında daha kalabalıktır. Kaldı ki bu bölgelere yakın olarak sayabileceğim Dikili , Çandarlı , Gümüldür v.b. yerleri de görmüş olduğumdan favori yerim yine Y.foça olacaktır. Belde yüzdeye vurursak çoğunlukla rumlardan kalma iki veya tek katlı taş evlerden oluşmakta. Bu durum mekanı daha da şirin hale getirmeye yetip artıyor. Sahil boyunca uzanan irili ufaklı balık lokantaları çay bahçeleri ve gazinolar bir cadde üzerinde yer alıyor.Bayramın 1. günü olması ve erken saatlerde orada bulunmamız münasebetiyle kahvaltımızı bir simit evinde yapmak zorunda kaldık..  



Y.foça 1


Y.foça 2


Baygınlar :) (Simitevinde)


ve murat

Kahvaltılarımızı yaptıktan sonra belde içinde kısa bir tur atıyoruz...Ama bir sorun var..Ben tam bir fırdöndüyü düşük enstantene de multi çekim fotoğraflarken birden batarya bitti ve dut gibi ortada kaldık. İşin kötü yanı perde tam yarıdayken batarya güç kesti.Bu bir sorun çıkarabilirdi. neyse ki İzmir - Aydın otobanında bir mekanda mola verdik ve pilleri 45 dk. kadar şarj ertme imkanı buldum.Sorunda çıkmadı. 

Y.foçadan çıkışta arabayı Seçkin devraldı.Ancak 10 km. gittikten sonra gidemeyeceğini belirtip arabayı kimin sürmek istediğini sordu..ben ve murat uykumuzu almıştık fakat ben pek sürmek istemiyordum açıkçası..bu halde direksiyona Murat geçti. ve Selçuk' a kadar sürüşünü gerçekleştirdi.

Huyumdur, ne zaman bir yerden geçsem, varsa şayet; oradaki yaşanmışlıklarımı hatırlamaya çalışırım..ne zamandı ..kimlerle idim, yoksa yanlız ! neler yaptım..sıcak - soğuk.? otostopla mı gelmiştim ? O kadar çok detay vardı ki saydıklarıma ait..Küçük mutluluk parçacıkları.Bende küçük şeylerden mutlu olabilirim ama Şimdi bu aracın içinde ve mükemmel gökyüzü güneşinin altında o küçük şeyleri çıkarmaya üşeniyorum. ve zaman dediğiniz şey asla unutturmaz dostlarım sadece biraz iliştirir. 

Yol akıp giderken ve ben onun yanımda olduğu halde ilerlediğimizi düşünüyordum...farklı bir renk , farklı bir hava ve yine ayrı bir ortamda.

Devam Edecek.  

Los Lunes Al Sol


İzlemek için biraz geç oldu ama ,Pek birşey kaybetmiş sayılmam çünkü  hala güncelliğini koruyan önümüzde ki uzunca bir sürede koruyacağına inandığım bir film "Güneşli Pazartesiler"

Eğer hollywood filmlerinde ki çeşitli kovalamaca sahneleri ile dolu bir serüven peşinde değilseniz... İşte size 7. sanat tan mükemmel bir kesit.İşsizliğe ve işsizliğin insan üzerindeki etkilerine dair, derdini sakin ve abartısızca anlatan, diyaloglar ve oyunculukların güçlü olduğu duygusal bir ispanyol filmi. orta yaşı geçmiş 4 karakterin her biri birbirinden farklı ve hepsi işsizlik mevzusuna farklı bir boyuttan bakıyor.


Dediğim gibi bu filmde; patlayan otomobiller, son ana kadar kime vereceği belli olmayan hollywood güzelleri, kör göze parmak mesaj, güldürürken düşündürmek, abartı kamera hareketleri,nuri bilge ceylan kareleri, 21 grams gibi bir kurgu, saatlerce süren kovalamaca sahneleri, insanı planjorle ters köşeye yatıran çapraz kurgu, gerçeküstücü metaforlar, italyan yeni gerçekçiliği, fransız yeni dalgasıjapon estetiği, kore yalınlığı, dolgu müzikleri, stara özel aydınlatma yok... ...

sadece gerçek var...

peki niye bu kadar etkileyici?

bize fena halde benziyor bu film ve zaten anlatılan da bu: hepimiz aynıyız aslında.
--------------------------------------------------------------------------------------------------------
Filmden birkaç alıntı ;


santa: -sergei,tanrı var mı yok mu?
-orada,yukarılardayken gördün mü onu?

sergei: -gagarin uzaydan ilk geldiğinde bir gazeteci ona bu soruyu sorar,ve gagarin der ki;
evet tanrı yoldaşı gördüm uzayda,ve benden size kendisinin aslında olmadığını söylememi istedi"


- günaydın.
+ belki senin için aydındır.



Diğer bir anekdot ,


rus olan sergei nin ise astronotluk eğitimi yarıda kalmıştır ve daha sonra işçi olarak çalıştığı işinden de olmuştur ona göre komünizm hakkında söylenenler doğru değildir ama daha da kötüsü kapitalizm hakkında söylenen her şeyin gerçek olmasıdır. 
---------------------------------------------------------------------------------------------------------
Bir önemli nokta daha şu ki filmin başrolü javier bardem izleyiciyi büyülüyor. oynadığı karakteri ceket gibi üstüne oturtuyor. Bardem kuşkusuz son yılların en başarılı aktörlerinden biri.

ÇOCUKLAR ÜLKESİ


Acılarımız da, sevinçlerimiz de, hayallerimiz de çocukça. Başımıza gelen belaların nedenlerini anlayamadığımız gibi, sorumlularını da teşhis edip cezalandırmaktan aciziz.
Kendi hatalı davranışlarımızın hiçbir sonucunun olmayacağını zannediyor, sebebini yaratmadığımız ödüllere de kavuşmayı umuyoruz.

Hayat biçimimizde ciddi bir düzelme sağlamadan, örneğin bizden üç gömlek üstün AB'ye girebileceğimizi hayal ediyor, alınmayınca da bozulup güceniyoruz.



Aslında hiçbir gerçek önemi olmayan bir maçı kazanınca sokaklara dökülüyor, bütün dertlerimizi bir süre unutabiliyoruz.



İki yüzlülüğü binlerce kez tescil edilmiş siyasetçiler, otuz yıl önceki darbenin hesabı sorulacak diyerek koca koca solcuları bile kandırıp kendi cephelerine çekebiliyorlar.

Düpedüz kandırılmamıza (kriz teğet geçti, cari açığı vurgulayan bozguncudur, vb.) rağmen, bize bunları yapanları yüceltmeye, sanki bulunmaz hint kumaşıymışlar gibi başımızın üstünde taşımaya devam ediyoruz.

Başımızdaki tüccar yöneticiler askeri ve güvenlikle ilgili meseleleri yüzlerine gözlerine bulaştırınca şaşırıyor, neye öfkeleneceğimizi, hıncımızı nereden, kimden alacağımızı bilemiyoruz. Ölen evlatlarımızın birinci sorumlularina karşı gıkımız bile çıkmıyor.

Alkolik, dayakçı ve yalancı babasına yine de sevgiyle ve hayranlıkla bağlanan, bütün suçu kendisinde arayan çocuklardan farkımız yok.

Ama gidişata bakılırsa, daha uzuun bir süre çocuk kalacağız. Bırakılacağız demek daha doğru aslında. Zira akıllanırsak, bu şerefsizler kaçacak delik bulamayacaklar. Onlar da bundan korkuyorlar zaten.

Sansürsüz internet !






Aslında konuyu ayrı bir başlık altında açmam gerekirdi fakat konu sapması olmaması açısından, aşağıda ki Deklarasyon metni ile birlikte kaleme almayı daha uygun gördüm.

Bilindiği üzere 2007 yılından beri internet ortamında çeşitli yasaklama ve engelleme gibi devlet eliyle yapılan müdahelelerle karşı karşıyayız.

İş öyle bir hale geldi ki, Yasaklı sitelere erişebilmek için 40 takla attığımız, yer yer Dns ve Ağ ayarları uzmanı oluverdiğimiz zamanlar oldu.Artık Youtube 'a girebilmeyi bile büyük bir başarı sayan ve bununla övünen arkadaşlara sahibim.

***

Öncelikle belirtmekte fayda var durum sadece Youtube 'a erişememekle alakalı değil.En bilinen örnek Youtube olduğu için onu baz alıyorum. 2009 yılı (ilk 5 ay) verilerine göre engellemenin yegane tetikçisi konumunda ki Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı ( TİB ) ;

"2601" siteyi engellemiş durumda.Bu sayının sadece "467" 'si yargı kararı ile geri kalan"2126" siteyi ise Re'sen yani kendi başına aldığı kararlarla engelleme yoluna gitmiştir. Sadece müstehcenlik gerekçesiyle kapatılan site ise sayısı 967 ' dir.

Dikkat ediniz !! Çocuk pornosu falan demiyorum bildiğiniz müstehcenlik.Çünkü çocuk pornosunun ayrı bir maddesi var.

Öyle ki Müstehcenlik denen kavramın ucu çok açık.Kime, neye göre bir resim , video müstehcen ilan edilebilir.Bunun kararına neden ? senin badem bıyıklı iletişim uzmanın karar veriyor ?

Hadi bunları geçtim...

Bir google maps in blogger ın(şimdi açık) geocities in erişimlerinin engellenmesinin mantığı nedir ?

Ben söyleyeyim ;

-İsteyen her vatandaşın en kolay yoldan bilgiye ulaşmasının önüne set çekiliyor.
-Porno yasaklanarak aslında zinaya karşı önlem alınmaya çalışılıyor.
-Sadece iktidar sahibinin istediği alana doğru kaydırılıyoruz.
-Müstehcen sayılan dekolteli,bikinili,iç çamaşırlı bayanların ! yada böylesi bir içeriğe sahip herşeyin her durumun önüne geçiliyor.
-Karşıt görüşe sahip kurumlar yada yapılanmalar susturulurken dincilere ait ne kadar saçmalık varsa hepsine imtiyaz sağlanarak önleri açılıyor............

Gün geçtikçe engellenen site sayısı çığ gibi büyümekte.Hangi siteleri engellediklerini açıklasalar biliyorum ki kıçımla güleceğim.Hatta faaliyet raporlarına bakın, sürekli şikayet sayılarından bahseder olmuşlar.

İlla çocukları ve gençleri korumak mı istiyorsunuz. ? Onları daha doğru bir şekilde eğitin! çünkü onlar sağlıklı bir eğitimle kendilerini zaten koruyacaklardır.

Bir dostumun da dediği gibi , Vatanı korumanın en iyi yolu budur.

İnternet ile işi olan herkesin ,kendileri ve gelecekte internet 'i kullanacaklar adına bu konuya duyarsız kalmaması gerekmekte.

Bilmem anlatabiliyormuyum ?



İnternet’te Sansüre Karşı Ortak Platform Deklarasyonu

23 HAZİRAN 2010 ÇARŞAMBA

http://www.sansursuzinternet.org.tr/

Temel Hak ve Özgürlükler Engellenemez

1. Internet kullanıcılarının düşünce özgürlüğü ve bilgiye erişim hakkı engellenemez.
2. Türkiye’de bireylerin, kurumların, ve şirketlerin bilişim alt yapılarını istedikleri şekilde oluşturmaları ve istedikleri servislerden yararlanmaları engellenemez. Sansür ülke ekonomisine de kabul edilemez bir bedel yüklemektedir.

Hukuka Aykırı, Ölçüsüz ve Keyfi İdari İşlem Demokratik Hukuk Devletinde Kabul Edilemez
3. 03 Haziran 2010 tarihinden beri Google servislerine uygulanan dolaylı sansür Anayasa’ya ve hukukun temel ilkelerine aykırıdır. BTK ve TİB tarafından alınan karar ve uygulama ölçüsüz ve tutarsız bir uygulamadır. Bu konuya ilişkin yapılan açıklamalarda, idarenin böyle bir yetkisinin olmadığı vurgulanmıştır. Nitekim, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı talebi ile Ankara 1. Sulh Ceza Mahkemesi tarafından 17.06.2010 tarihinde YouTube sitesine erişim sağlayan 44 IP adresini engelleme kararı daha önce yapılan işlemin yetki bakımından hukuka aykırı olduğunu ispatlanmıştır.
4. 1. Sulh Ceza Mahkemesi’nin 17.06.2010 tarihinde verdiği ek karar, yetki sorununu çözmüş bulunmakla birlikte, kullanıcıların anayasal haklarını dikkate almadığı için yanlıştır ve en kısa sürede kaldırılması gerekir.
Sansür Amaçlı Kullanılan 5651 Sayılı Kanun Kaldırılmalıdır

5. Erişim engelleme hukuka aykırı içeriği engellemede yetersiz bir yöntemdir. Mevcut engelleme yöntem ve araçlarının hiçbiri hukuka aykırı olduğu veya çocuklar açısından uygun olmadığı iddia edilen içeriğe ulaşmayı engelleyecek etkili bir çözüm sunmamaktadır. Erişim engelleme ile iddia edilen suçu işleyenden ziyade tüm Internet kullanıcıları cezalandırılmaktadır. Eğer filtre kullanımı gerekli görülüyorsa, bu kullanım bireyler tarafından kendi kişisel bilgisayarları üzerinde gerçekleştirilmelidir.
6. Ayrıca, engelleme kararları sadece hukuka aykırı olduğu iddia edilen içeriğe değil, bu sistemlerin tümünün çalıştığı tek bir alanın içeriğinde bulunan milyonlarca yasal sayfa ve dosyaya da erişimi imkânsız kılmaktadır. Bu nedenle, 5651 sayılı Kanun ve uygulaması, Anayasa’da öngörülen ve AİHM tarafından geliştirilen zorunluluk ve orantılılık testlerinin gereğini yerine getirememektedir.
7. 5651 Sayılı Kanunun uygulanması sansürle aynı kapıya çıkmaktadır. Türkiye’de mahkeme kararları ve idari engellemelerle 5000’den fazla web sitesi şu anda erişime kapatılmış bulunmaktadır. Yüzlerce web sitesi de 5651 Sayılı Kanun’un kapsamı dışında engellenmiştir. Mevcut rejimin taşıdığı esasa ve usule dair eksiklikler ifadeyi sansürleyen ve susturan bir yapı oluşturmuştur. Kanun ve uygulamasının etkileri geniştir, yalnızca ifade özgürlüğünü değil, özel yaşamın gizliliğini ve adil yargılanma hakkını da ihlâl etmektedir. Demokratik bir toplumda sansürün bu ölçüde yaygınlaşması kabul edilemez.
8. 5651 Sayılı Kanun Kaldırılmalıdır. 5651 Sayılı Kanun, çocukları hukuka aykırı ve zararlı İnternet içeriğinden korumak amacıyla hazırlanmıştır. Fakat benimsenen engelleme politikası, hükümetin çocukları koruma amacının çok ötesine geçmektedir. Uygulamada yaygın olarak görünen sonuç, hukuka aykırı olmayan içeriğin ve 03 Haziran 2010’dan itibaren Google şirketinin Türkiye’den milyonlarca kişi tarafından kullanılan 40’a yakın servisine yetişkinlerin erişiminin ve bu servislerin kullanılmasının yasaklanması olmuştur.
Çocukların Zararlı İçerikten Korunması için Öngörülen Devlet Politikası Yetişkinleri Etkilememelidir

9. Hükümet, mevcut politikası yerine çocukları gerçekten zararlı İnternet içeriğinden korumak için yeni bir politikayı katılımcı bir şekilde geniş kamuoyu desteği (sivil toplum, akademi, ve özel sektör) ile geliştirmelidir. Ancak bu yeni yapılanma, çoğunluğun ahlaki değerlerini diğerlerine dayatacağı bir çalışma olmamalıdır. İnternet düzenlemesine ilişkin yeni politika, ifade özgürlüğüne ve yetişkinlerin her türlü İnternet içeriğine erişim ve tüketim haklarına saygı temelinde geliştirilmelidir. Bu ilkeleri içeren yeni politika, şeffaf, açık, katılımcı, ve çoğulcu bir yöntemle belirlenmeli ve hayata geçirilmelidir.
10. Vatandaşların Anayasa’da güvence altına alınan temel hak ve özgürlüklerini korumak hükümetin ve idarenin asli görevidir. Bu güvencenin sağlanmaması halinde sorumluların istifa etmesi demokratik bir toplumun zorunlu sonucudur. Bu nedenle, yukarıda sayılan önlemleri en kısa sürede almamaları halinde gelişmelerden sorumlu Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı İnternet Daire Başkanlığı Başkanı Sayın Osman Nihat Şen, Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu Başkanı Sayın Tayfun Acarer ve Ulaştırma Bakanı Sayın Binali Yıldırım’ın istifa etmesi acil bir zorunluluk haline gelecektir.



Ve Sonuç

Referandumun neticesi açığa kavuştu. Yüzde 58 Evet demiş. Bravo!

Aziz NESİN ‘ in “ülkemizin Yüzde 60 ‘ı aptallardan oluşmaktadır” tümcesinde belirttiği bu saptama sözkonusu olduğuna göre hiç şaşırmadım.

Karanlık Çağlara hoş geldiniz!

Sonucun bende yarattığı hissiyatı anlatayım biraz. Mağlubiyet duygusu değil hissettiğim. Zira reyler çoğunlukla hayır çıksaydı kendimi "galip" ya da "kazanmış" da hissetmeyecektim. "En sonunda milletin ruhu, zihni, ekonomisi üzerine ipotek koyanlara geri adım attırdık, biraz daha nefes alma olanağı yakaladık" diye düşünecektim.

Ama olmadı…

Kimi insanlar kendi ruhlarını karartan, sömüren, yok edenlerin dediklerini kabul ettiler. Zihinlerini iğfal edenleri alkışladılar. Ceplerini boşaltanlara kaçma olanağı verdiler, hatta ve hatta hırsızları şahsen yatak odalarına sokup mücevherlerinin yerlerini gösterdiler!

Bu tabii ki onların seçimi. Ama ben hala onların sorumluluğu diye düşünmüyorum. Zira karşı tarafta büyük sihirbazlar, büyük hokkabazlar, büyük göz boyayıcılar var. Okyanus ötesinden efsun yapan büyücüler var. Bunların hepsiyle mücadele etmek zordu. Sonuçta onların istediği oldu.

* * *

Hissettiklerim şuna benziyor:

Gencecik yaşında uyuşturucu batağına saplanan ve "Bana birşey olmaz, kontrol bende" dediği halde aslında kontrolü çoktan kaybettiğini göremeyen bir genci seyretmek gibi. Sevdiğiniz birinin asla ve asla altında kalkamayacağı borç batağına girmesini izlemek gibi. Genç yaşındaki bir tanıdığınızın ölümcül olduğunu bildiğiniz bir hastalığa bile bile yakalanmasını görmek gibi.

Neyin ne olduğunu siz biliyorsunuz, sonuçları görüyorsunuz, ama karşı tarafa bunları anlatamıyorsunuz. Hatta "Bana bir şey olmaz" "Her şey kontrolümün altında" diyor. Siz ise onu adım adım cehenneme doğru inişini seyrediyorsunuz. Uzaklaştıkça küçülen görüntüsünü, büyük bir hüzünle izliyorsunuz. Arkasından sesleniyorsunuz "Yapma, gitme!" diye, ama rüzgar ters yönden esiyor, sesinizi boğuyor. O size gülümseyerek el sallıyor. İçiniz daha da burkuluyor.

* * *

Bu referandum işimizi daha da zorlaştırdı. İnsanlarımızın ruhen ve bedenen daha aydınlık günlere ulaşması için verilecek mücadelenin süresi daha da arttı. Hani "Darbeler ülkeyi 10 yıl geri götürür" derler ya. Bu referandumla en az 50-60 sene geriye gidildi(bkz. Demokrat Parti uygulamaları) Yargıda meydana gelecek tahrifatı düzeltmek çok zor olacak. İnsanlarda meydana gelen ruhsal, zihinsel ve bedensel tahrifatı ise belki birkaç kuşak düzeltmek mümkün olmayacak.

Ben en azından bir umut olarak da olsa, kendi ömrüm içerisinde kayda değer bir düzelmenin gerçekleşebileceğini düşünüyordum. Böyle bir olasılık var zannediyordum. Bunun böyle olmadığını artık biliyorum. Zira bu "darbe"den sonra ahtapot kollarını daha sıkı saracak, örümcek ağlarını daha sıkı örecek, boğa yılanı tutuşunu daha da sıkacaktır.

Gerçek "özgürlüğün", gerçek "insanlığın" ne olduğunu hiç bilmeyen, tamamen robotlaşmış, beyni daha doğduğu andan itibaren aşırı din soslu bir ideolojiyle yıkanmış ve köleleştirilmiş kuşakların üretilmesi daha da kolaylaşmış bulunuyor. Bunu engelleyecek bir yargı ise tamamen ortadan kaldırılmış durumda. Hem de ne adına? "Özgürlük" "Demokrasi" "Darbeciler ile hesaplaşma" adına. Sanırım tarihte bunun kadar acı ama aynı derecede komik bir ironi görülmemiştir.

* * *

Ama daha önce de dediğim gibi.

Biz buradayız.

Bir yere gittiğimiz yok.

Cehaletle mücadelemiz devam edecek.

Ama artık görev, başka kuşakları da içine alacak şekilde uzadı.

Kaderlerine küssünler!

Gelecek Hırsızları

Hırsızlık, ille de para ya da değerli eşya çalmak şeklinde gerçekleşmez. İnsanların fırsatlarını, zamanlarını, hayatlarını da çalabilirsiniz.

Bunun en bariz iki örneğini geçtiğimiz bir sene içerisinde yaşamış bulunuyoruz:

Birinci örnek 13 Eylül 2009'da yaşandı. Polis Akademisi Meslek Yüksek Okulları sınavının soruları çalındı. Soruların sınavdan önce "belirli çevrelere" ulaştırıldığı iddia edildi. Neticede sınav iptal edildi.

İkinci örnek ise 2010 Kpss sorularının belirli kişilere önceden verilmesi şeklinde yaşandı. Durum o kadar bariz ki aynı evde yaşayanlar ve karı-kocalar arasından "full çekenler" olmuş. ÖSYM Başkanı SAVCILARI göreve çağırıyor.

* * *

Bunu kim engelleyebilir? Ya da bu durumu kim düzeltebilir? Hangi kurum bize kaybettiğimiz fırsatları geri verebilir ya da bu kaybı tazmin edebilir?

BAĞIMSIZ SAVCILAR, YARGIÇLAR, MAHKEMELER.

Anladınız mı mahkemeler neden bağımsız olmalı.

Tabii ki HAYIR !

Başka söze gerek yok.

* * *

Güncelleme: Varmış.

Hangi ülkede olursak olalım, geçmişte hangi darbeler-vesaireler yaşanmış olursa olsun, hangi güç odakları kimlerle kapışıyor ya da ortaklık yapıyor olursa olsun, ya da teklif hangi parti tarafından getirilmiş olursa olsun:

Bağımsız yargıçların atanmasıyla görevli kurum olan HSYK'nın 21 üyesinden 16'sını hükümetin etkisi altına sokan bir pakete Hayır demek lazımdır.

Bunu akrabayı kalkındırma partisi de getirse, Halk Partisi de getirse, gazinocular kralı da getirse, fark etmez. Böyle bir yapılanmayı içeren paket reddedilmelidir.

Yargı'ya kimse, hiçkimse, hiçbir parti, kurum ya da birey dokunmamalıdır.

Bunun dışındaki maddeleri tartışmaya gerek dahi yok.

* * *

Güncelleme: O. Pamuk da "evet" diyecekmiş. Bazı insanların tutarlı bir biçimde, her defasında yanlış davranışlarda bulunmasına kimse bir şey diyemez.

Ama bu insanlara da "aydın" denmemesi gerekiyor.

Good Bye LENIN !





















Wolfgang Becker'in yönettiği, 121 dakikalık, Alman yapımı, Almanlarda bizdeki Babam ve Oğlum etkisi gösteren, mendil satışlarında ve eski Doğu Avrupa eşyaları satışında rekorlar da kırdıran başarılı bir filmdir.
1989 yılında, Doğu Almanya'da yaşayan Alex'in annesi sıkı bir devrimcidir ve sosyalizme gönülden bağlı, halktan itibar gören bir entellektüeldir, oğlu ise devrimci ancak üst yapının baskısından şikayetçidir,bir eylemde içeri girer, annesi fenalaşır. Komadan çıkana kadar değişimle gelen eylemde tanıştığı ve annesine de bakan Rus hemşireyle arası gayet iyiye gitmektedir, ancak olan değişiklikler sadece bundan ibaret değildir, Berlin Duvarı yıkılmış, SSCB dağılmış, kapitalizm Doğu Almanya Demokratik Devletinin eski sınırlarına girmiş, herşey değişmiştir...

Film cekme arzusu ile yasayan arkadasi Denis sayesinde onu kalibinin dayanamayacağı bu değişikliklerden onu uzak tutmaya çalışırlar; biz de bu arada güleriz çokca.... Fosforlu renklere, kaplan desenlere bulanmış garip giyitlerin ve ev eşyalarının gelişi; yakın geçmişi inanılmaz bir hızla silişi ve Alex'in ablasında da görülebilinen hızlı uyum, herşeyin bir anda değişmesi, sosyalist sistemde ucuz bir marketin bir anda pahalı ve cafcaflı bir süpermarket oluvermesi, iç dinamiklerin yıkılması turşu örneğiyle.. Doğu–Batı diyalektiğini bölünmüş ve bir daha gerçekten birleşememiş Almanya'da karşımıza getirir. Ayrıca Avrupa film akademisi tarafından verilen 16. avrupa film ödülleri'nde “en iyi avrupa filmi ödülü”nü almış ve filmin başrol oyuncularından daniel bruhl'ün de “en iyi erkek oyuncu” seçilmiştir filmdeki perfonmansı ile.


Benim en çok aklımda kalan asansördeki gamalı hacı görüen ve ardından aşağı indiğinde Lenin heykelinin parçalınışını gören Alex'in annesidir; bunun dışında turşu, porno endüstürisinin Doğu Almanya'daki karşılanışı ve sonundaki "Ben hayal ettiğim ülkeyi anneme canlandırdım, annemin inandığını, ama sosyalist anayurdumuzda hiç olmayan sosyalizmi" sözleridir....









Yakamoz ve Mehtap...

Doğudan batıya doğru asırlarca süregelen göçler sırasında Türkçe konuşan atalarımız Farsçayla epey içli dışlı olmuşlar.Bu nedenle olsa gerek bugünkü Türkçemizde çoğunu hiç yabancılamadığımız Farsça kökenli birçok sözcük var , “mehtap” da onlardan biri.

Evet sevgili okur ,bil bakalım “Dün gece Ankara da mehtabı seyrettim “ tümcesinde yanlışlık nerede ? eğer mehtap dendiğinde aklınıza sadece dolunayın gökyüzündeki görünüşü geliyorsa ,yanlışı bulamayacaksın. Ama dur, önce bir nefeslen , Yahya kemal in dizesini anımsa ; “aheste çek kürekleri mehtab uyanmasın” sonra tabloyu düşün, gece bir denizin ortasında kayıktasın dolunayın ışığı durgun suya düşmüş, kürekleri ‘aheste’ yani yavaş yavaş çekiyorsun … eğer kürekleri aceleyle çekersen ne olacak ? oluşturduğun dalgalar yüzünden (gökyüzündeki dolunay değil) ‘suya düşmüş ayışığı ‘ uykusundan uyanacaktır.Yani burada mehtap ayın denizdeki yansıması anlamına geliyor bu anlam bir sonraki dizede de destekleniyor ‘bir alem-i hayale dalan ab uyanmasın’ yani ‘ bir düş dünyasına dalmış olan su ,uyanmasın’ Eh denizi olmayan Ankara da Yahya kemal in mehtabı seyretmesine de olanak kalmıyor bu durumda !
Mehtab iki ayrı Farsça sözcükten , mah (gökteki ay) ile tab’dan (ışık) türemiş. Aslında mah bize çok tanıdık Mehlika (ay yüzlü), Mehpare (ay parçası) , Mehveş (ay gibi güzel) , Mahinur (ışıklı ay) gibi çeşitli kadın isimlerinde yaşatıyoruz o sözcüğü . anlaşılan karanlık bir gökyüzünün ortasında beyaz bir yuvarlak olarak dikkat çeken ay özellikle de dolunay görenleri öylesine etkilemiş ki beyaz tenli kumral kadınların yüzleri de dolunaya ‘mah’ a benzetilmiş . Bu arada , ‘Maytap’ (havai fişek) sözcüğünün kökeninin de ‘mah’ ile ‘tab’ ın bulunduğu bilgisini ekleyelim (bu ekleme niçin gerekiyor , onu da bilmiyorum ya neyse!).

Şimdi bir uzun atlama yaparak denizelere geri dönüyoruz sevgili okur . işte sana bir yanlış tümce daha ‘Mehtaplı gecede ,saatlerce yakamoz seyrettik ‘ . hayır sevgili okur , mehtap ve yakamoz bir arada seyredilemez ! Çünkü “yakamoz” denizdeki ışıklardır ama dışardan denizin üzerine düşmez,denizin içinden gelirler. Bu ışıkların sebebi , denizleri kendine mesken tutmuş tekgözeli bir grup canlıdır . boyu bir milimetreyi bu canlılara bilimciler “noctiluca scintillans” adını takmışlar, ışık yayma özelliklerinede ‘fotofosforesans’ demişler(ne karışık bir isim !) . Bu minik canlı sürülerinin yaydığı ışığı görebilmemiz için ortalığın karanlık olması şart.Yani sevgili okur , mehtap olmayacak ki yakamozu seyredilebilesin !

Yakamoz kelimesi bize ‘Elence’ den gelmiş.

Doğanın, izleyende hoş duygular uyandıran bu gösterisinin biyolojik kökenini öğrenmek , umarım seni düş kırıklığına uğratmamıştır sevgili okur . Sen sen ol , yakamoz seyretme olanağı bulduğunda bütün bu yazdıklarımı unut , mayon yanında olmasa da gece karanlığında yakamozlu denize girmeyi sakın ihmal etme … Eh, yanında sevdiğin de varsa, unutulmaz bir anıya sahip olabilirsin !...

HANGISI KORSAN ?

Aşağıda KORSAN ile ilgili iki bölümden oluşan yazı var. Birinci bölüm korsana sistemin içinden bakıyor, ikincisi de dışından.

* * *

Bildiğiniz gibi korsan yayınların (kitap, müzik, film, program) ülkemiz ekonomisi için çok büyük bir sorun teşkil ettiği söylenip durur. Yani söylendiğine göre bu o kadar büyük bir sorundur ki, Unkapanı nın önünde müzik yapımcılarının mendil açıp dilendiğini, yayınevi sahiplerinin iflas bayrağı çektiğini, film yapımcılarının topu diktiğini, bilgisayar yazılımcılarının ise tası tarağı toplayıp ülkeyi terk ettiğini zannedersiniz.

Oysa durum hiç de böyle değil. Kitabevleri belki de ülke tarihinde en parlak dönemlerini yaşıyorlar korsana rağmen. Hemen her gün bir şarkıcı piyasaya çıkıyor korsana rağmen. Son yıllarda çekilen Türk filmleri, korsanın olmadığı dönemden (VCD öncesi dönem) iki üç kat daha fazla gelir getiriyor ? korsana rağmen. Ve bilgisayar programcılarının bir yere gittikleri yok korsana rağmen.

Peki bu patırtının anlamı ne?

Sanırım şöyle bir şey demek istiyorlar:

Biz zaten deli gibi para kazanıyoruz. Ama daha fazla kazanmak istiyoruz. Hıhahahahaaa!

* * *

Burada, adamlar kazanacakları kadar para kazanıyor, daha ne istiyorlar, bıraksınlar gariban milletin yakasını tarzında düşük seviyeli bir popülizm yapacak değilim. Aksine, bu adamların daha en baştan, en temelden itibaren neden haksız olduklarını göstereceğim. Korsanın neden kaçınılmaz olduğunu, ne işe yaradığını, ne zaman ve nasıl durdurulabileceğini anlatacağım.

İyi dinleyin.

* * *

Fikri mülkiyet yasası esas olarak eser sahibi onu oluşuturandır der. Eğer siz bir fikir ya da sanat eserinden faydalanmak istiyorsanız, bedelini ödemelisiniz diye de ekler. Bedelini ödemediğiniz takdirde hırsızlık yapmış, suç işlemiş sayılırsınız.

Her şey ne kadar mantıklı değil mi? Nasıl manavdaki şeftaliyi yemek için bedelini ödüyorsanız, bir fikir ya da sanat eserinden faydalanmak için de bedelini ödemelisiniz. Eğer ödemezseniz, manavdan şeftaliyi çalmış gibi olursunuz. Bu da suçtur.

Suçu ve doğru davranışı böyle tanımladığınız zaman herşey son derece basit ve açık.

Ama kazın ayağı öyle değil. Gelin, olaya biraz daha yakından bakalım:

Diyelim ki siz orta halli bir çalışansınız. Evlisiniz ve iki çocuklusunuz. Eşinizin ve sizin maaşınız evin ve çocukların masraflarına ucu ucuna yetiyor. Ay başını kazasız belasız atlattığınız için sevinen tiplerdensiniz.

Aniden çocuklarınız sinemalara yeni gelen bir filmden bahsetmeye başlıyorlar ve size o filme gitmeyi ne kadar çok istediklerini söylüyorlar. Siz de hesap yapmaya başlıyorsunuz. Neresinden bakarsanız bakın maaile sinemaya gitmek 50 milyondan başlıyor. Yoldu, patlamış mısırdı, filmden sonra gezisiydi derken rakam kolayca 70-80 milyona varıyor. Siz, bir gözleri ışıl ışıl çocuklarınıza, bir de aylık bütçenize bakıp kara kara düşünmeye başlıyorsunuz: Belki biraz mesai yaparsam...

Durun bir dakika!

Çocuklarınız bu fikre nereden kapıldı? Vahiy mi aldılar? Gece rüyalarında mı gördüler? Uzaylıların telepatik telkinlerine mi maruz kaldılar?

Hayır. Her sıradan vatandaş gibi onlar da gün boyunca hepimizin maruz kaldığı reklam bombardımanına maruz kaldılar. TV ve radyolardaki reklamlardan, gazetelerdeki ve dergilerdeki ilanlardan, yol kenarındaki bilboard?lardan, internetten ve başka bir sürü yerden gelen Bu film çok eğlenceli, çok güzel. Daha mutlu olmak, gülmek, arkadaşlarının sohbetlerine katılarak popüler olmak istiyorsan bu filmi seyretmelisin? şeklindeki baştan çıkarıcı telkinlerden etkilendiler. Ve yakanıza yapıştılar.

Buradan hemen sonuca atlamayın. Başka bir soru soracağım:

Bu filmi getirenlere, çeşitli araçlar (i.e. media) kullanarak halkın iştahını kabartma hakkını ve iznini kim veriyor? Yolda yürürken başınızı kaldırdığınızda, karşınıza çıkan dev gibi bir tabelada resmi bulunan çok güzel bir kadının ya da yakışıklı bir adamın davetkar bir biçimde size bazı şeyleri satın alma ya da bazı işleri yapmanız yönünde telkinlerde bulunmasına kim izin veriyor? Ya da verdiğiniz vergilerle kurulan ve varlığını sürdüren bir yayın organında seyrettiğiniz bir programın cart diye ortasından bölünüp araya reklam alınmasını kim onaylıyor?

Bilumum resmi kurumlar. Yasa koyucu ve uygulayıcılar.

Bu kurumlar ve onların koydukları kurallar mealen diyor ki: ekonominin işlemesi için, mal ya da hizmet üretenlerin, mallarını ve hizmetlerini satabilmek için, tüketicileri teşvik edici, iştahlarını kaşıyıcı yayınlarda bulunması serbesttir.

Bu yasaları kim koyuyor? Aylık geliri ortalama 10 bin dolar olan milletvekilleri mi? Yoksa onlardan bu konularda ricada bulunan büyük sermaye sahipleri mi? Bildiniz, bu ikincileri.

Sermaye sahipleri ürettikleri şeylerin kitleler tarafından arzulanmasını isterler. İnsanlar bu mal ve hizmetleri arzulasınlar ki, daha sonra bunları satın almak için akıl almaz derecede sıkıcı işlerde çalışmaya razı olsunlar. Borç yapsınlar. Kredi kartı kullanıp geç ödeme yaparak bankaları ihya etsinler. Maksat ekonominin çarkları dönsün. Bu arada da iştahı kabarmış biçare fareler boş yere tekerler içinde koşup dursun.

* * *

Peki ya tüketicilerin çok büyük bir bölümünün ekonomik gücü, reklamı yapılan şeyleri satın almaya yetmiyorsa? O zaman ne olacak?

Vatandaşın bir yerleri şişecek. Ve oturdukları yerde kalakalacaklar.

* * *

Günümüzde ekonomik sistem böyle işliyor: istisnasız herkes tahrik ediliyor. Ama sadece alım gücü yüksek olan küçük bir azınlık bu cazip mal ve servetlerden faydalanabiliyor.

Geri kalanlar ise yaşadıkları düşük standartlı yaşamın depresifliğine, bir de her gün ortaya çıkan yeni ve cazip şeylere ulaşamamanın getirdiği hayal kırıklığını katarak ekmeği suya katık etmeye mecbur bırakılıyor.

* * *

Tabii ki böyle olmuyor. İştahı ahlaksız bir biçimde kabartılmış (dikkat edin: burada ahlaksız olan iştahı kabaranlar değil, kabartanlar) kitlelere, normalde ulaşmaları imkansız olan mal ve hizmetlere, küçük bir meblağ karşılığında ulaşma şansı verenler ortaya çıkıyor: KORSANCILAR!

Parasal gücü, kabartılmış iştahını normal yollardan (yukarıdaki örnekte sinemaya giderek) karşılamaya yetmeyen insanlar, kendilerine sunulan bu seçeneği, yasadışı olsa da kullanmayı tercih ediyor. Gidiyor, 2-3 milyona korsan VCD yi alıyor, akşam evdeki ucuz VCD player ine koyuyor ve ailesiyle birlikte seyrediyor. Kabartılmış iştahını, çok yasal bir yoldan olmasa da, söndürebiliyor.

* * *

Eğer bunu yapmazlarsa ne olur? Yani sabahtan akşama kadar TV de reklamı yapılan bir müziğin kaçak CD sini almazlarsa, her tarafta afişini ve tanıtımını gördüğü filmin korsan VCD?sini seyretmezlerse, gazete ve dergilerde çarşaf çarşaf tanıtımı yapılan bir kitabı alıp okumazlarsa... yani tahrik edilmiş bu iştahını tatmin etmezse ne olur?

Ben söyleyeyim: hakiki bir halk ayaklanması olur.

Bir tarafta ahlaksız denecek düzeyde lüks bir yaşamı herkesin gözüne soka soka küçük bir azınlık, diğer tarafta çeşitli iştahları kabarıp kabarıp tatmin edilmeyen çok büyük bir çoğunluk olursa, tam bir halk ayaklanması olur.

Ve bu ayaklanma da, bizdeki askeri darbeler gibi kötüye giden bir durumu düzeltmek gibi net bir amaca sahip olmaz. Hınç almaya yönelik olur. Zenginlerden intikam almaya yönelik olur. Kabartılıp da söndürülmeyen iştahların acısını çıkarmaya yönelik olur. Yakar. Yıkar. Yok eder. Hali hazırda çok kazanan o şirket sahipleri, o lüks uçaklarına binip kaçacak zaman bile bulamayabilir.

İşte korsanın varlık sebebi ve işlevi budur: Ahlaksız ve düşüncesiz bir biçimde kabartılmış iştahların, zarar verecek hale gelmeden dindirilmesi. Yani korsan bir tür emniyet sübabıdır.

* * *

Bu anlamda korsanı, evlenecek parası olmayan bir gencin, elinde olmadan (hormonlarından ve dış uyaranlardan dolayı) kabaran cinsel arzularını, kimseye zarar vermemek için kendi kendini tatmin ederek dindirmesine benzetebiliriz. Eğer birileri bunun suç olduğu o gence söylenirse ve o da buna inanırsa, adam ya çıldırır, ya da gözü dönerek birisinin karısına-kızına saldırır.

Hangisi daha iyi? Zararsız bir biçimde kendini tatmin mi? Yoksa masum insanlara saldırmak mı?

Toplumlarda genelevlerin bulunması ve hayat kadınlarının olması da benzer bir iş görür. Cinsel ihtiyaçlarını normal yollardan karşılayamayan insanların, evli barklı insanlara ya da ufacık çocuklara saldırmasını engellemek için, birikmiş cinsel enerjilerini güvenli bir biçimde boşalmasını sağlarlar.

Genelevlerin ve hayat kadınlarının bulunması tabii ki arzulanan bir durum değildir. Hiç kimse bir kadının ya da erkeğin bedenini satmasını / kiralamasını onaylamaz. Ama toplumun tamamının düzeninin bozulmasındansa, hayatın cilveleri sonucu düzeni zaten bozulmuş bireylerin bedenlerini böyle bir hizmet için kullandırmaları yeğdir.

Yani burada "iyi ile kötü" arasında yapılan bir seçim söz konusu değil. "kötü ile daha kötü" arasında bir seçim yapılıyor. Ve mantıklı olarak, "kötü" seçiliyor.

* * *

Peki korsan ne zaman azalır ya da ortadan kalkar?

Toplumun genelinin ekonomik durumu, uyduruk enflasyon rakamlarına göre değil, ?gerçekten? düzeldiğinde.

Yeterli parası olan hiçkimse, orijinal bir CD alabilecekken gidip korsanını alamaz. Çünkü kalite farkını bilir. Madem param var, iyisini alırım der.

Korsanı alanlar büyük oranda, ekonomik gücü yetmeyenlerdir. Bu insanlar zaten o ürünün olası bir müşterisi değildir. Yani aslında ortada bir müşteri ve dolayısıyla bir gelir kaybı bulunmuyor. (Yani bu fikir ve sanat eseri derneklerinin başındakiler, gözümüzün içine baka baka yalan mı söylüyor? Evet!) Olan, normalde de o ürünü ya da hizmeti zaten alamayacak insanların, kendilerine sunulan yasadışı bir fırsattan faydalanarak, ahlaksız bir biçimde kabartılmış iştahını dindirmesidir. O kadar.

Peki ortada hiç mi suçlu yok.

Var.

Ama bu suçlular, ailesini sinemaya götürecek ya da CD veya kitap alacak halde olmayanlar değil. Suçu, o filme gidebilecekken, o CD nin ya da kitabın ya da programın orijinali alabilecekken, yani gücü yetecekken korsana başvuranlar işliyor.

Onların da bu korsan piyasasının çok küçük bir bölümünü oluşturduğunu düşünüyorum. Çünkü kısa bir süre sonra orijinale dönüyorlardır. Özellikle kalitesiz eserler kullanmak gibi ruhsal bir hastalıkları yoksa tabii. Bir de, bu kesim o kadar büyük olsaydı, gerçekten de yukarıda adı geçen sektörler büyük darbe alırlardı. Durumun hiç de öyle olmadığını biliyoruz.

* * *

Nacizane tavsiyem:

Kapitalizmin yılmaz bekçilerinin TVlerde ve sinemalardaki "korsan hırsızlıktır" çığırtkanlıklarına pek kulak asmayın. Asıl ahlaksızlığı onlar, sabahtan akşama kadar sizi ulamayacağınız şeyler konusunda tahrik ederek yapıyorlar. Yasalar şimdilik onlardan yana olduğu için bu kadar güçlü ve haklı görünüyorlar. Bırakın görünsünler. Doğal hukuk açısından hiç de öyle olmadıklarını bilin. İçiniz rahat olsun.

Ama ekonomik gücünüz uygun düzeye ulaştığında da gidip paşa paşa orijinal ürün / hizmet kullanın. Çünkü bu çarkın en azından varolabilmesi için birilerinin orijinal ürünleri alıyor olması gerekiyor. Gücünüz bu noktaya ulaştığında, zorunluluktan edindiğiniz eski alışkanlıklarınızı terk edin.

Son bir not: bu eserlerin orijinallerini alacak ekonomik güce ulaşırken insanların hakkını yememeye, başkaların aldatmamaya, canlarını yakmamaya dikkat edin. Yoksa, birilerinin hakkını gasp ederek zengin olduktan sonra gidip orijinal eser almanın ve bununla övünmenin hiçbir esprisi yok. Bilmem anlatabiliyor muyum!

* * * * * * * * * * * * * * * *

Burada biraz da kapitalizmin toplumların geleneksel yapısı üzerindeki etkilerine de değinmek gerekiyor.

Kapitalizm ve onun bir uygulanış şekli olan serbest piyasa ekonomisi toplumları , tüketicilerden oluşan insan topluluklarına dönüştürür. Bu topluluğu oluşturan bireyler arasındaki en temel bağ kültür bağı, kan bağı ya da tarihi bağlar değildir. Bu insanları birbirine bağlayan en güçlü bağ, ekonomik bağdır. Aynı ekonomik sistem içinde hareket ederek üretim ve tüketimde bulunmalarıdır.

Böyle bir insan topluluğunda da en yüksek değer mal ve hizmetlerin üretilmesine ve tüketilmesine verilir. Çünkü toplum, birileri tükettiği ve başka birileri de bu tüketilecek şeyleri ürettiği zaman ayakta kalabilir. Çarklar ancak o zaman döner.

Kapitalistleşen toplumlarda maddi manevi herşey zaman içinde tüketime endekslenir. Her türlü duygu, her türlü gelenek, her türlü manevi unsur tüketime alet edilir. Anne/çocuk sevgisi, aşk, dini duygular (Misvaklı diş macunu! Heyyt bee! Dinler zaten sömürülmek için birebir dir), derhal mal üretim ve tüketiminin bir parçası haline getirilir.

Geçmişten gelen değerler (bayramlar, gelenekler, belirli davranışlar, onur, şeref gibi duygular, çeşitli inanışlar, vb.) derhal mal ve hizmetlerin tüketilme fırsatlarına dönüştürülür. Bizdeki bayramların akraba ziyaretinden çıkıp tatil fırsatına dönüşmesinin ana nedeni, içinde bulunduğumuz kapitalist ekonomiden kaynaklanan bir durumdur. Kapitalist ekonomi insanlara bayramda ailenizi ziyaret ederseniz mutlu olursunuz demez, 3 gece 4 gün şu otelde kalırsanız mutlu olursunuz der.

Bu gibi dönüşümler sonucu ailevi bağların zamanla zayıflaması kapitalist sistemin umrunda değildir. Ailevi bağlar zayıflayınca çıkacak her türlü yeni durum / sorun, (insanların daha çok psikolojik ve bedensel hastalıklara yakalanması, toplumsal değerlerin genç kuşaklara aktarılmaması, bunun sonucunda suç oranlarında meydana gelen artış) kapitalist sistem tarafından derhal yeni iş (üretim ve tüketim) fırsatları olarak değerlendirilir: daha fazla psikolog, daha fazla antidepresan, daha fazla doktor ve hastane ve ilaç ve ameliyat, daha fazla polis, daha fazla silah, daha fazla güvenlik şirketi...

* * *

Sağlıklı bir toplumu yaratan temel unsurlardan biri de, o toplumun bireylerinin ürettiği sanat eserleridir. Üretilen şarkı ve türküler, anlatılan hikayeler, yazılan şiirler, maniler, destanlar bir toplumun geneli tarafından benimsenirse, o toplumu oluşturan bireyleri birbirine bağlayan bir zamk işlevi görür.

Ama kapitalist sistemlerde, insanları bu şekilde birbirine bağlayan kültürel unsurlar da derhal alınıp satılan mallara dönüştürülür. Burada önemli olan, örneğin, bir şarkıyı üretenin ve onu çoğaltıp satanın kârını maksimize etmesidir. Bu şarkının dilden dile dolaşarak bir duyguyu, bir düşünceyi, bir olayı ülkenin her tarafına yayarak (örneğin Yemen Türküsü) toplumsal bir bağ dokusu oluşturmasının hiçbir önemi yoktur.

Bu yaklaşımın, toplumları ne kadar zayıflattığını sanırım hayal edebilirsiniz. Aşık Veysel in bu mantıkla türkü ürettiğini ve bir türküsünün her çalınışından para talep ettiğini düşünebiliyor musunuz?

Böyle bir noktaya gelindiğinde, o insan topluluğuna geleneksel anlamda toplum denemez artık. Artık, herkesin kendi çıkarını düşündüğü, özgeciliğin sona erdiği, bencil bireylerden oluşan bir insan topluluğundan söz edebiliriz yalnızca (bkz. Amerika ve Avrupa daki ülkeler). Böyle bir toplulukta da nizamı, ahlaklı iyi insanlar değil, yasalar ve yasaları uygulayanlar sağlamaya çalışırlar. Bu uygulayıcıların en ufak bir zaafında da bu bencil bireyler herşeyi yakıp yıkmaya, yağmalamaya başlarlar (örn. KATRİNA sonrası New Orleans ta olanlar).

Oysa toplumları toplum yapan, içinden çıkan bazı yaratıcı bireylerin ürünlerinin o toplum tarafından karşılıksız kullanılmasıdır. Sanatçı eserini karşılıksız olarak topluma verir. Toplum da onu ölümsüz yapar. Buradaki anahtar kelime karşılıksız dır.

Bu millet (yani biz) bu kelimenin anlamını çok iyi bilir. Karşılıksız vermekte üzerine yoktur. Ama tıpkı saf gönüllü bir çocuk gibi, karşılıksız almayı da bekler. Severek yücelttiği ve bağrına bastığı sanatçıların ondan her defasında para istemesini benimseyememesinin (ve korsan konusunda çok da büyük bir suçluluk hissetmemesinin) altında biraz da bu karşılıksız alış-veriş geleneğinin izlerini aramak gerekir.

yayın hakkı dersini sadece yabancı kitaplardan çalışanların bu gerçeği görmemesi, sanatçıları halkın bağrından koparıp kapitalist üretim tüketim zincirinin sıradan bir halkası olarak telakki etmesi, kültürel yabancılaşmanın ne boyutlara ulaşabildiğini bu kişilerin şahsında çok güzel gösteriyor. Bu yabancılaşmayı bir zamanlar sanatçı addettiğimiz insanlarda teşhis etmek, ayrıca üzücü oluyor.