HANGISI KORSAN ?

Aşağıda KORSAN ile ilgili iki bölümden oluşan yazı var. Birinci bölüm korsana sistemin içinden bakıyor, ikincisi de dışından.

* * *

Bildiğiniz gibi korsan yayınların (kitap, müzik, film, program) ülkemiz ekonomisi için çok büyük bir sorun teşkil ettiği söylenip durur. Yani söylendiğine göre bu o kadar büyük bir sorundur ki, Unkapanı nın önünde müzik yapımcılarının mendil açıp dilendiğini, yayınevi sahiplerinin iflas bayrağı çektiğini, film yapımcılarının topu diktiğini, bilgisayar yazılımcılarının ise tası tarağı toplayıp ülkeyi terk ettiğini zannedersiniz.

Oysa durum hiç de böyle değil. Kitabevleri belki de ülke tarihinde en parlak dönemlerini yaşıyorlar korsana rağmen. Hemen her gün bir şarkıcı piyasaya çıkıyor korsana rağmen. Son yıllarda çekilen Türk filmleri, korsanın olmadığı dönemden (VCD öncesi dönem) iki üç kat daha fazla gelir getiriyor ? korsana rağmen. Ve bilgisayar programcılarının bir yere gittikleri yok korsana rağmen.

Peki bu patırtının anlamı ne?

Sanırım şöyle bir şey demek istiyorlar:

Biz zaten deli gibi para kazanıyoruz. Ama daha fazla kazanmak istiyoruz. Hıhahahahaaa!

* * *

Burada, adamlar kazanacakları kadar para kazanıyor, daha ne istiyorlar, bıraksınlar gariban milletin yakasını tarzında düşük seviyeli bir popülizm yapacak değilim. Aksine, bu adamların daha en baştan, en temelden itibaren neden haksız olduklarını göstereceğim. Korsanın neden kaçınılmaz olduğunu, ne işe yaradığını, ne zaman ve nasıl durdurulabileceğini anlatacağım.

İyi dinleyin.

* * *

Fikri mülkiyet yasası esas olarak eser sahibi onu oluşuturandır der. Eğer siz bir fikir ya da sanat eserinden faydalanmak istiyorsanız, bedelini ödemelisiniz diye de ekler. Bedelini ödemediğiniz takdirde hırsızlık yapmış, suç işlemiş sayılırsınız.

Her şey ne kadar mantıklı değil mi? Nasıl manavdaki şeftaliyi yemek için bedelini ödüyorsanız, bir fikir ya da sanat eserinden faydalanmak için de bedelini ödemelisiniz. Eğer ödemezseniz, manavdan şeftaliyi çalmış gibi olursunuz. Bu da suçtur.

Suçu ve doğru davranışı böyle tanımladığınız zaman herşey son derece basit ve açık.

Ama kazın ayağı öyle değil. Gelin, olaya biraz daha yakından bakalım:

Diyelim ki siz orta halli bir çalışansınız. Evlisiniz ve iki çocuklusunuz. Eşinizin ve sizin maaşınız evin ve çocukların masraflarına ucu ucuna yetiyor. Ay başını kazasız belasız atlattığınız için sevinen tiplerdensiniz.

Aniden çocuklarınız sinemalara yeni gelen bir filmden bahsetmeye başlıyorlar ve size o filme gitmeyi ne kadar çok istediklerini söylüyorlar. Siz de hesap yapmaya başlıyorsunuz. Neresinden bakarsanız bakın maaile sinemaya gitmek 50 milyondan başlıyor. Yoldu, patlamış mısırdı, filmden sonra gezisiydi derken rakam kolayca 70-80 milyona varıyor. Siz, bir gözleri ışıl ışıl çocuklarınıza, bir de aylık bütçenize bakıp kara kara düşünmeye başlıyorsunuz: Belki biraz mesai yaparsam...

Durun bir dakika!

Çocuklarınız bu fikre nereden kapıldı? Vahiy mi aldılar? Gece rüyalarında mı gördüler? Uzaylıların telepatik telkinlerine mi maruz kaldılar?

Hayır. Her sıradan vatandaş gibi onlar da gün boyunca hepimizin maruz kaldığı reklam bombardımanına maruz kaldılar. TV ve radyolardaki reklamlardan, gazetelerdeki ve dergilerdeki ilanlardan, yol kenarındaki bilboard?lardan, internetten ve başka bir sürü yerden gelen Bu film çok eğlenceli, çok güzel. Daha mutlu olmak, gülmek, arkadaşlarının sohbetlerine katılarak popüler olmak istiyorsan bu filmi seyretmelisin? şeklindeki baştan çıkarıcı telkinlerden etkilendiler. Ve yakanıza yapıştılar.

Buradan hemen sonuca atlamayın. Başka bir soru soracağım:

Bu filmi getirenlere, çeşitli araçlar (i.e. media) kullanarak halkın iştahını kabartma hakkını ve iznini kim veriyor? Yolda yürürken başınızı kaldırdığınızda, karşınıza çıkan dev gibi bir tabelada resmi bulunan çok güzel bir kadının ya da yakışıklı bir adamın davetkar bir biçimde size bazı şeyleri satın alma ya da bazı işleri yapmanız yönünde telkinlerde bulunmasına kim izin veriyor? Ya da verdiğiniz vergilerle kurulan ve varlığını sürdüren bir yayın organında seyrettiğiniz bir programın cart diye ortasından bölünüp araya reklam alınmasını kim onaylıyor?

Bilumum resmi kurumlar. Yasa koyucu ve uygulayıcılar.

Bu kurumlar ve onların koydukları kurallar mealen diyor ki: ekonominin işlemesi için, mal ya da hizmet üretenlerin, mallarını ve hizmetlerini satabilmek için, tüketicileri teşvik edici, iştahlarını kaşıyıcı yayınlarda bulunması serbesttir.

Bu yasaları kim koyuyor? Aylık geliri ortalama 10 bin dolar olan milletvekilleri mi? Yoksa onlardan bu konularda ricada bulunan büyük sermaye sahipleri mi? Bildiniz, bu ikincileri.

Sermaye sahipleri ürettikleri şeylerin kitleler tarafından arzulanmasını isterler. İnsanlar bu mal ve hizmetleri arzulasınlar ki, daha sonra bunları satın almak için akıl almaz derecede sıkıcı işlerde çalışmaya razı olsunlar. Borç yapsınlar. Kredi kartı kullanıp geç ödeme yaparak bankaları ihya etsinler. Maksat ekonominin çarkları dönsün. Bu arada da iştahı kabarmış biçare fareler boş yere tekerler içinde koşup dursun.

* * *

Peki ya tüketicilerin çok büyük bir bölümünün ekonomik gücü, reklamı yapılan şeyleri satın almaya yetmiyorsa? O zaman ne olacak?

Vatandaşın bir yerleri şişecek. Ve oturdukları yerde kalakalacaklar.

* * *

Günümüzde ekonomik sistem böyle işliyor: istisnasız herkes tahrik ediliyor. Ama sadece alım gücü yüksek olan küçük bir azınlık bu cazip mal ve servetlerden faydalanabiliyor.

Geri kalanlar ise yaşadıkları düşük standartlı yaşamın depresifliğine, bir de her gün ortaya çıkan yeni ve cazip şeylere ulaşamamanın getirdiği hayal kırıklığını katarak ekmeği suya katık etmeye mecbur bırakılıyor.

* * *

Tabii ki böyle olmuyor. İştahı ahlaksız bir biçimde kabartılmış (dikkat edin: burada ahlaksız olan iştahı kabaranlar değil, kabartanlar) kitlelere, normalde ulaşmaları imkansız olan mal ve hizmetlere, küçük bir meblağ karşılığında ulaşma şansı verenler ortaya çıkıyor: KORSANCILAR!

Parasal gücü, kabartılmış iştahını normal yollardan (yukarıdaki örnekte sinemaya giderek) karşılamaya yetmeyen insanlar, kendilerine sunulan bu seçeneği, yasadışı olsa da kullanmayı tercih ediyor. Gidiyor, 2-3 milyona korsan VCD yi alıyor, akşam evdeki ucuz VCD player ine koyuyor ve ailesiyle birlikte seyrediyor. Kabartılmış iştahını, çok yasal bir yoldan olmasa da, söndürebiliyor.

* * *

Eğer bunu yapmazlarsa ne olur? Yani sabahtan akşama kadar TV de reklamı yapılan bir müziğin kaçak CD sini almazlarsa, her tarafta afişini ve tanıtımını gördüğü filmin korsan VCD?sini seyretmezlerse, gazete ve dergilerde çarşaf çarşaf tanıtımı yapılan bir kitabı alıp okumazlarsa... yani tahrik edilmiş bu iştahını tatmin etmezse ne olur?

Ben söyleyeyim: hakiki bir halk ayaklanması olur.

Bir tarafta ahlaksız denecek düzeyde lüks bir yaşamı herkesin gözüne soka soka küçük bir azınlık, diğer tarafta çeşitli iştahları kabarıp kabarıp tatmin edilmeyen çok büyük bir çoğunluk olursa, tam bir halk ayaklanması olur.

Ve bu ayaklanma da, bizdeki askeri darbeler gibi kötüye giden bir durumu düzeltmek gibi net bir amaca sahip olmaz. Hınç almaya yönelik olur. Zenginlerden intikam almaya yönelik olur. Kabartılıp da söndürülmeyen iştahların acısını çıkarmaya yönelik olur. Yakar. Yıkar. Yok eder. Hali hazırda çok kazanan o şirket sahipleri, o lüks uçaklarına binip kaçacak zaman bile bulamayabilir.

İşte korsanın varlık sebebi ve işlevi budur: Ahlaksız ve düşüncesiz bir biçimde kabartılmış iştahların, zarar verecek hale gelmeden dindirilmesi. Yani korsan bir tür emniyet sübabıdır.

* * *

Bu anlamda korsanı, evlenecek parası olmayan bir gencin, elinde olmadan (hormonlarından ve dış uyaranlardan dolayı) kabaran cinsel arzularını, kimseye zarar vermemek için kendi kendini tatmin ederek dindirmesine benzetebiliriz. Eğer birileri bunun suç olduğu o gence söylenirse ve o da buna inanırsa, adam ya çıldırır, ya da gözü dönerek birisinin karısına-kızına saldırır.

Hangisi daha iyi? Zararsız bir biçimde kendini tatmin mi? Yoksa masum insanlara saldırmak mı?

Toplumlarda genelevlerin bulunması ve hayat kadınlarının olması da benzer bir iş görür. Cinsel ihtiyaçlarını normal yollardan karşılayamayan insanların, evli barklı insanlara ya da ufacık çocuklara saldırmasını engellemek için, birikmiş cinsel enerjilerini güvenli bir biçimde boşalmasını sağlarlar.

Genelevlerin ve hayat kadınlarının bulunması tabii ki arzulanan bir durum değildir. Hiç kimse bir kadının ya da erkeğin bedenini satmasını / kiralamasını onaylamaz. Ama toplumun tamamının düzeninin bozulmasındansa, hayatın cilveleri sonucu düzeni zaten bozulmuş bireylerin bedenlerini böyle bir hizmet için kullandırmaları yeğdir.

Yani burada "iyi ile kötü" arasında yapılan bir seçim söz konusu değil. "kötü ile daha kötü" arasında bir seçim yapılıyor. Ve mantıklı olarak, "kötü" seçiliyor.

* * *

Peki korsan ne zaman azalır ya da ortadan kalkar?

Toplumun genelinin ekonomik durumu, uyduruk enflasyon rakamlarına göre değil, ?gerçekten? düzeldiğinde.

Yeterli parası olan hiçkimse, orijinal bir CD alabilecekken gidip korsanını alamaz. Çünkü kalite farkını bilir. Madem param var, iyisini alırım der.

Korsanı alanlar büyük oranda, ekonomik gücü yetmeyenlerdir. Bu insanlar zaten o ürünün olası bir müşterisi değildir. Yani aslında ortada bir müşteri ve dolayısıyla bir gelir kaybı bulunmuyor. (Yani bu fikir ve sanat eseri derneklerinin başındakiler, gözümüzün içine baka baka yalan mı söylüyor? Evet!) Olan, normalde de o ürünü ya da hizmeti zaten alamayacak insanların, kendilerine sunulan yasadışı bir fırsattan faydalanarak, ahlaksız bir biçimde kabartılmış iştahını dindirmesidir. O kadar.

Peki ortada hiç mi suçlu yok.

Var.

Ama bu suçlular, ailesini sinemaya götürecek ya da CD veya kitap alacak halde olmayanlar değil. Suçu, o filme gidebilecekken, o CD nin ya da kitabın ya da programın orijinali alabilecekken, yani gücü yetecekken korsana başvuranlar işliyor.

Onların da bu korsan piyasasının çok küçük bir bölümünü oluşturduğunu düşünüyorum. Çünkü kısa bir süre sonra orijinale dönüyorlardır. Özellikle kalitesiz eserler kullanmak gibi ruhsal bir hastalıkları yoksa tabii. Bir de, bu kesim o kadar büyük olsaydı, gerçekten de yukarıda adı geçen sektörler büyük darbe alırlardı. Durumun hiç de öyle olmadığını biliyoruz.

* * *

Nacizane tavsiyem:

Kapitalizmin yılmaz bekçilerinin TVlerde ve sinemalardaki "korsan hırsızlıktır" çığırtkanlıklarına pek kulak asmayın. Asıl ahlaksızlığı onlar, sabahtan akşama kadar sizi ulamayacağınız şeyler konusunda tahrik ederek yapıyorlar. Yasalar şimdilik onlardan yana olduğu için bu kadar güçlü ve haklı görünüyorlar. Bırakın görünsünler. Doğal hukuk açısından hiç de öyle olmadıklarını bilin. İçiniz rahat olsun.

Ama ekonomik gücünüz uygun düzeye ulaştığında da gidip paşa paşa orijinal ürün / hizmet kullanın. Çünkü bu çarkın en azından varolabilmesi için birilerinin orijinal ürünleri alıyor olması gerekiyor. Gücünüz bu noktaya ulaştığında, zorunluluktan edindiğiniz eski alışkanlıklarınızı terk edin.

Son bir not: bu eserlerin orijinallerini alacak ekonomik güce ulaşırken insanların hakkını yememeye, başkaların aldatmamaya, canlarını yakmamaya dikkat edin. Yoksa, birilerinin hakkını gasp ederek zengin olduktan sonra gidip orijinal eser almanın ve bununla övünmenin hiçbir esprisi yok. Bilmem anlatabiliyor muyum!

* * * * * * * * * * * * * * * *

Burada biraz da kapitalizmin toplumların geleneksel yapısı üzerindeki etkilerine de değinmek gerekiyor.

Kapitalizm ve onun bir uygulanış şekli olan serbest piyasa ekonomisi toplumları , tüketicilerden oluşan insan topluluklarına dönüştürür. Bu topluluğu oluşturan bireyler arasındaki en temel bağ kültür bağı, kan bağı ya da tarihi bağlar değildir. Bu insanları birbirine bağlayan en güçlü bağ, ekonomik bağdır. Aynı ekonomik sistem içinde hareket ederek üretim ve tüketimde bulunmalarıdır.

Böyle bir insan topluluğunda da en yüksek değer mal ve hizmetlerin üretilmesine ve tüketilmesine verilir. Çünkü toplum, birileri tükettiği ve başka birileri de bu tüketilecek şeyleri ürettiği zaman ayakta kalabilir. Çarklar ancak o zaman döner.

Kapitalistleşen toplumlarda maddi manevi herşey zaman içinde tüketime endekslenir. Her türlü duygu, her türlü gelenek, her türlü manevi unsur tüketime alet edilir. Anne/çocuk sevgisi, aşk, dini duygular (Misvaklı diş macunu! Heyyt bee! Dinler zaten sömürülmek için birebir dir), derhal mal üretim ve tüketiminin bir parçası haline getirilir.

Geçmişten gelen değerler (bayramlar, gelenekler, belirli davranışlar, onur, şeref gibi duygular, çeşitli inanışlar, vb.) derhal mal ve hizmetlerin tüketilme fırsatlarına dönüştürülür. Bizdeki bayramların akraba ziyaretinden çıkıp tatil fırsatına dönüşmesinin ana nedeni, içinde bulunduğumuz kapitalist ekonomiden kaynaklanan bir durumdur. Kapitalist ekonomi insanlara bayramda ailenizi ziyaret ederseniz mutlu olursunuz demez, 3 gece 4 gün şu otelde kalırsanız mutlu olursunuz der.

Bu gibi dönüşümler sonucu ailevi bağların zamanla zayıflaması kapitalist sistemin umrunda değildir. Ailevi bağlar zayıflayınca çıkacak her türlü yeni durum / sorun, (insanların daha çok psikolojik ve bedensel hastalıklara yakalanması, toplumsal değerlerin genç kuşaklara aktarılmaması, bunun sonucunda suç oranlarında meydana gelen artış) kapitalist sistem tarafından derhal yeni iş (üretim ve tüketim) fırsatları olarak değerlendirilir: daha fazla psikolog, daha fazla antidepresan, daha fazla doktor ve hastane ve ilaç ve ameliyat, daha fazla polis, daha fazla silah, daha fazla güvenlik şirketi...

* * *

Sağlıklı bir toplumu yaratan temel unsurlardan biri de, o toplumun bireylerinin ürettiği sanat eserleridir. Üretilen şarkı ve türküler, anlatılan hikayeler, yazılan şiirler, maniler, destanlar bir toplumun geneli tarafından benimsenirse, o toplumu oluşturan bireyleri birbirine bağlayan bir zamk işlevi görür.

Ama kapitalist sistemlerde, insanları bu şekilde birbirine bağlayan kültürel unsurlar da derhal alınıp satılan mallara dönüştürülür. Burada önemli olan, örneğin, bir şarkıyı üretenin ve onu çoğaltıp satanın kârını maksimize etmesidir. Bu şarkının dilden dile dolaşarak bir duyguyu, bir düşünceyi, bir olayı ülkenin her tarafına yayarak (örneğin Yemen Türküsü) toplumsal bir bağ dokusu oluşturmasının hiçbir önemi yoktur.

Bu yaklaşımın, toplumları ne kadar zayıflattığını sanırım hayal edebilirsiniz. Aşık Veysel in bu mantıkla türkü ürettiğini ve bir türküsünün her çalınışından para talep ettiğini düşünebiliyor musunuz?

Böyle bir noktaya gelindiğinde, o insan topluluğuna geleneksel anlamda toplum denemez artık. Artık, herkesin kendi çıkarını düşündüğü, özgeciliğin sona erdiği, bencil bireylerden oluşan bir insan topluluğundan söz edebiliriz yalnızca (bkz. Amerika ve Avrupa daki ülkeler). Böyle bir toplulukta da nizamı, ahlaklı iyi insanlar değil, yasalar ve yasaları uygulayanlar sağlamaya çalışırlar. Bu uygulayıcıların en ufak bir zaafında da bu bencil bireyler herşeyi yakıp yıkmaya, yağmalamaya başlarlar (örn. KATRİNA sonrası New Orleans ta olanlar).

Oysa toplumları toplum yapan, içinden çıkan bazı yaratıcı bireylerin ürünlerinin o toplum tarafından karşılıksız kullanılmasıdır. Sanatçı eserini karşılıksız olarak topluma verir. Toplum da onu ölümsüz yapar. Buradaki anahtar kelime karşılıksız dır.

Bu millet (yani biz) bu kelimenin anlamını çok iyi bilir. Karşılıksız vermekte üzerine yoktur. Ama tıpkı saf gönüllü bir çocuk gibi, karşılıksız almayı da bekler. Severek yücelttiği ve bağrına bastığı sanatçıların ondan her defasında para istemesini benimseyememesinin (ve korsan konusunda çok da büyük bir suçluluk hissetmemesinin) altında biraz da bu karşılıksız alış-veriş geleneğinin izlerini aramak gerekir.

yayın hakkı dersini sadece yabancı kitaplardan çalışanların bu gerçeği görmemesi, sanatçıları halkın bağrından koparıp kapitalist üretim tüketim zincirinin sıradan bir halkası olarak telakki etmesi, kültürel yabancılaşmanın ne boyutlara ulaşabildiğini bu kişilerin şahsında çok güzel gösteriyor. Bu yabancılaşmayı bir zamanlar sanatçı addettiğimiz insanlarda teşhis etmek, ayrıca üzücü oluyor.

Hiç yorum yok: